Akif’in şiirlerinde ototerapötik unsur

 

 

 

 

 

AKİF’İN ŞİİRLERİNDE OTOTERAPÖTİK UNSUR

 

Sanatını üretirken sanatçı hüznünü, öfkesini, aşkını şekillendirir. Onu dillendirir ve onunla hesaplaşır. İçindeki gerilim üründeki gerilime dönüşerek nötralize olur. Böylece sanat ürününün ortaya çıkış süreci, taşıdığı içerikten bağımsız olarak sancılı da olsa başlı başına bir terapi sürecidir aynı zamanda. İçerik ise daha çok bu işlevin kapsamı, yoğunluğu ve yönü ile ilişkilidir. Üretim süreci daha çok sanatçıyla ilgiliyken, ürünün içeriği daha çok muhatabıyla ilgilidir ve sanatçıyla muhatap arasındaki köprüyü kurar. Ancak ürün içeriğinin aynasında üretim süreciyle ilgili yansımalara ulaşabiliriz. Sanatta sanatçıyı, şiirde şairi arayabiliriz.

 

Sanatın üretim sürecinin, terapötik bir süreç olmasının yanında, içeriğin de terapötik olması, yani sanat ürününün sanatçıya yönelik yüzü yanında muhataba yönelik yüzü de terapötik olabilir mi. Kuşkusuz evet. Bir şiir sadece şairin iç dünyasının bir yansıması olabileceği gibi, onun okurda oluşturmak istediği etki hesaplanarak tasarlanabilir. Bazen de böyle bir tasarlama olmaksızın, böyle bir etki spontane olarak denk düşebilir. Akif’in aruzla yazılmış olmasına rağmen hece şiirlerinde bile eşi pek görülemeyecek kadar yapaylıktan uzak ve içtenlikli şiirinin okur üzerindeki etkisi kanımca bu son gruba iyi bir örnektir.

Âlemde edânîye müdârâdan usandım

Nâ-hak yere takdir ile gavgâdan usandım

 

İkbâl etek öpmekle müyesser olacakmış

Ben öyle rezîlane temennâdan usandım

 

Beyhûde imiş etdiğim ümidi terakkî

Bir şey diyemem zâten o sevdâdan usandım

 

Allah bilir devleti dünyâda gözüm yok

Devlet değil â şimdi bu dünyâdan usandım

 

Nâ-merde değil, merde değil, ferde inanma

Ben herkesi hayretle temâşâdan usandım

Dergah-ı tahammülde sebât etmeyi kurdum

Allâh’a bile derdimi şekvâdan usandım

Bu dizeler Akif’in ilk şiirlerinden olduğu düşünülen ve sonradan bulunup ancak 1972 yılında ilk kez yayınlanan, “Safahat dışında kalmış şiirler” başlığı altında sonradan Safahat’a eklenen Terkib-i Bend’den…

Umutsuzluk, bezginlik, usanmışlık, güvensizlik, duygularının  “geri çekilme” ve “içe kapanma”ya dönüştüğü dizeler bunlar. Akif’in sanat hayatının ilk dönemlerindeki bu karamsarlığında onun daha sonraki hayatında zaman zaman “kabz” ve “bast” halleriyle, açılıp daralmalarla gidecek olan ve son dönemlerinde yoğunlaşacak olan depresif halinin nüvelerini sezeriz. Kırılgan bir duyarlılığın, kolay incinebilir ruh halinin çırpınmaları bazen şevk ve ümit, bazen sitem ve isyan, bazen hüzün ve keder, bazen kırgınlık ve içe çekilme duygularının girdabında bırakır şiirleri.

 

Bu duyarlılığın içindeki samimiyet ve yüksek ahlaki sorumluluk duygusu onu bazen külli iradeye hesap sorar konuma kadar taşır ve bunun örnekleri pek çoktur:

 

Şu öksüz yurda bir gülmez misin? Halâa yetimindir;

Bütün yangındı indirdiklerin bir gün de nûr indir

“Nûr istiyoruz sen bize yangın veriyorsun

Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun”..

“Yıkandım bir ömürdür döktüğüm yaşlarla yetmez mi?

Zaman zaman umutsuzluğa kapılır, etrafı büsbütün karanlık görerek yakarır:

 

“İlahî! Pek bunaldım, nerde nurun? Nerde gufrânın?…

 

Ve isyan!..

 “Ağzım kurusun yok musun ey adli ilahî”

 

Şair ruhunun, kendine ait bir kişisel hayatı yokmuşçasına bütünüyle toplumsallaşmış olan duyarlılığını ve ilgisini sosyal, politik, askeri, ekonomik tüm cephelerde belirsizlik içinde dalgalanan, çalkantılı, hırçın bir denize benzeyen ülkesine hasretmişken her gelişmeyi yüreği ağzında izlemekte ve kürsüden kürsüye, meydandan meydana koşmakta, üzülmekte, kızmakta, coşmakta, sevinmektedir. Duygu dünyası da toplumsal hayattaki değişimlere paralel sürekli değişmekte ve dalgalanmaktadır. Kederden sevince, isyandan umuda, çökkünlükten coşkuya… Akif şahsi hayatından ve dünyasından o derece soyutlanmış, o derece her zerresiyle toplumsallaşmıştır ki artık “ben” dediği toplumdur;

İlahi! Bir hata ettimse, elvermez mi hûsranım?

Güneşler doğdu, aylar doğdu, ben hala perişânım!

derken kişisel bir hatadan söz etmekte değildir. Toplumsal hatalarımızdır sözü edilen. Ve toplumsal perişanlık… Ancak toplum derken Akif’in “Ben” olarak kendileştirdiği, Anadolu topraklarından ibaret bir coğrafyada yaşayanlar olmadığı gibi, çoğu zaman ümmetin sınırlarını bile biraz aşarak kucakladığı geniş bir coğrafyadır; Şark.  1918 de yazdığı ve

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbûsu,

Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.

dizeleriyle başladığı Şark isimli şiirinin devamında İslam’la Garptan daha yakın bir ilişkisi olmayan Şarkın ümmet dışı unsurlarını da Allah’a yakarışında sahiplendiğini ve kucakladığını görürüz:

Cihanın Garbi vahşet-zâr iken, Şark’ında Karnak’lar,

Haremler, Sedd-i Çinler, Tâk-ı Kisrâlar, Havernaklar,

İrem’ler, Sûr-u Babil’ler semû-peymû değil miydi?

O mûzîler, İlahî, bir yıkık rüyâ mıdır şimdi?

Şark, yani ötekilerin, yani yalınayaklıların coğrafyası… Akif’in coğrafyası;

“Şarkın ki mefahir dolu, mazi-i kemali,

Ya Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hali!”

Irk temelli, dar bir milliyet anlayışına ise kararlılıkla karşı çıkar:

Turan ili” nâmiyle bir efsane edindik;

“Efsâne, fakat, gâye!”deyip az mı didindik?

Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?

Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!

 

Akif’in kendi içindeki gel-gitleri, bu duygu kabarmalarının zıt yönlerde farklı kıyılara vuran dalgaları, şiirlerine de kuvvetle yansımıştır. Bu duygu yoğunlaşmalarının özellikle orta dönem şiirlerinde Akif tarafından şiirin inşasında bilinçli bir yerleştirmeyle kullanıldığını görürüz. Manzumenin başlangıcında çoğunlukla başkasının ağzından dile getirdiği umutsuzluk ve isyan duygularını, manzumenin sonunda kendi ağzından cevaplayarak bir anlamda lirik unsurların sıralamasının ortaya çıkardığı bir didaktik unsur var etmiştir.

Üç şiirden üç örnek:

Müsahabe:

Hasta canlandı, o iş bitti, diyorsun… heyhât,

Olamaz böyle sefil ümmet için hakkı hayat!

Duyulan nağme-i hürriyet onun son nefesi…

Yaşamaz yoksa emin ol ki bu barbar çetesi

Medeni Avrupa’nın dâmen-i irfânında.

İki şeydir verecek mülke hayat-ı câvid;

O da hiç gevşemeyen azm ile hiç bitmez ümîd.

Ye’s ecelden daha salgın, ona yaklaşmayarak,

Yaşamak isteyelim, hem ebediyen yaşamak.

(1909)

 

Azimden sonra tevekkül:

Allah’a dayanmak mı? Asırlarca dayandık!

Düştükse bu husrâna, onun nârına yandık!

Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan…

Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabâha:

Bir kupkuru çöl var, ne ışık var, ne de vâha!

(1919)

 

Süleyman Nazif’e:

Mahşer gibi âfâkımı sarmış zulumâtın,

Teşrihine kaamûsu yetişmez kelimâtın!

Kaç yüz senedir bekliyoruz, doğmadı ferdâ;

Artık yetişir çektiğimiz leyle-i yeldâ.

Bir nefha-i rahmet de mi esmez? diye, sînem,

Yandıkça, semâdan boşanıp durdu cehennem!

Lâkin, bu alev selleri artık dinecektir;

Artık bize nâr inmeyecek, nûr inecektir.

Madem ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,

Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.

 (1921)

Gerçekte tüm duygular kendi duygularıdır. Sükûnet içinde hareketi, akıl içinde duyguyu “terbiye” etme çabasıdır bu.

Ümitsizliğe ve öfkeye kapılan, bazen isyan eden aksiyoner Akif’i, bilge ve mütevekkil Akif’in telkinleriyle ikna etmeye çalışırken, benzer kaygıları yaşayan yoldaşlarına inanç, azim, umut ve şevk aşılamaya çalışmaktadır.                           

Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak

 …

Ey dipdiri meyyit, “iki el bir baş içindir”,

Davransana… Eller de sen, baş da senindir!

(1913)

 

Aslında onun kendi depresyonunu bu yolla tedavi etmeye çabaladığını söylemek de mümkün. Bu, muhtemelen kısmen bilinçli bir çabayla ama daha ağırlıklı olarak da ruhsal savunma düzeneği veya refleksinin devreye girmesiyle olmaktadır.

 

Depresyonda ümitsizlik ve çaresizlik duyguları kişinin kendi var olan enerjisini ve imkânlarını kullanmasını da engelleyerek bir kısır döngünün içine sokar kişiyi. Tedavide de kişinin güçlü yanlarını harekete geçirerek bu negatif döngüyü bir pozitif döngüye dönüştürme işlemi terapi metotlarından biridir.

 

Akif, bu dönem şiirlerinde kendi ototerapisini, şiirlerinin aynasında, “Ben” dediği topluma yansıtarak, bir toplumsal terapi işlevini üstlenmiş gibidir.

 

Akif’in edebi kişiliği yanında, Kur’an meali yazacak düzeyde dini bilgiye de sahip olduğunu ve toplumsal konularda oldukça aktif bir kanaat önderi ve aksiyoneri olarak, yaşadığı sürece görevler aldığını biliyoruz. Bu toplum terapisi, bir başka ifadeyle toplumsal yapının hücreleri konumundaki bireyleri, zamanın koşullarının kavurduğu bitkin, yorgun, bezgin insanları, çöl yolcularını, şiirlerinden ve hitabetlerinden süzülen diriltici özle besleme işlemini, içtenlikle kendi ruhunda yaşayarak, temsil ederek yapmıştır. Bir toplum mühendisliği çalışmasının soğuk, yapay çehresi yoktur onun çabalarında. Sanırım Akif’in gerek kaleminin gerek hitaplarının bu kadar etkili olmasının önemli nedenlerinden biri de budur.

Öte yandan Akif’in bazı şiirlerinde yoğun bir depresif atmosfer aşikârdır. Başkalarına dağıttığı umudun kendisinde de kalmadığı zamanlar… Bu depresif içerik ile zamansal ilişki dikkatle incelendiğinde Akif’in zaman zaman depresyona girmiş olmasının kuvvetle muhtemel olduğu hissedilir. Özellikle 1923’den itibaren gittiği Mısır’da (Hilvan) vefat yılı olan 1936’ya kadarki dönemde ve özellikle bu sürenin son yarısında yazdığı şiirlerde daüssılanın da eklenmesiyle zaman zaman Allah’tan ölümü isteme yakarışlarına kadar varan bir yoğunlaşma dikkati çeker.

1935 te bir resminin arkasına yazdığı dizeler:

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim…

Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben.

Daha yıllarca eminim ki hayatın yükünü

Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,

Bana çok görme, İlahi, bir avuç toprağını!…

Bu dizeleri yazdıktan sadece bir yıl sonra, 64 yaşında, Akif’in dileği yerine gelir.

 

Depresyon yaşayan bir insanda şu üç alanda sorun vardır;

geleceğe yönelik ümitsizlik,

geçmişe yönelik pişmanlıklar

ve içinde bulunulan zamana yönelik tahammülsüzlük ve hoşnutsuzluk.

Akif, 1932 yılında yazdığı “Yaş altmış” isimli kısa şiirinde durup dinlenmeden mücadele ederek yaşadığı altmış yaşın muhasebesini yaparken ancak depresyondaki birinin olabileceği kadar karamsardır;

Hudâ râzî değil, halk istemez, hilkat “gebersin!” der;

Şu benden hoşlanan kim? Yoksa, hâşâ, ben mi hoşnûdum?

Hayatımdan inerken, bir bir, altmış perde karşımda,

Utanmak bilmedim kendimden olsun, esnedim durdum!

Riya ve bencillik ibadet ve kullukla maskelenmiştir… İnsanın doğasına yönelik derin kuşkuları ve güvensizliği kendi varlığına karşı da bir tahammülsüzlüğü sürgün verir gibidir.

Beşerin taptığı bir kendisinin heykelidir;

Dinlemem, etse de Allah’ı bütün gün takdîs.

Ben bu mel’un putun uğrunda geberdim, hâlâ,

Kabaran kokmuş içimden: “yaşasın nefs-i mefîs.”

 

En karamsar dizelerin dile geldiği yıllardan biridir bu; 1932. Bir yıl sonra yazdığı dizeler aynı duyguların sürdüğünü gösterir:

 

Tek hakikat var, evet, bellediğim dünyadan,

Elli altmış sene gezdimse de, şaşkın şaşkın:

Hepimiz kendimizin, bağrı yanık âşıkıyız:

Sâde ilânı çekilmez bu acâyip aşkın!

 

Süleyman Nazif’in

“Rûhum benim oldukça bu îmanla beraber

Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler…”

Dizelerine,

“Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?

Rûhun da asırlarca bu husrânı mı çeksin?

Azmin, emelin heykeli zî-rûhu iken, dün,

Bilmem ki, bu gün, ye’se nasıl oldu da düştün?”

diye çıkışan, beklemekten kastı direnmek olan Süleyman Nazif’in direncini ümitsiz ve pasif bularak düzeltmeye çalışan Akif,

“Ey yolda kalan yolcusu yaldâ-yı hayatın!

Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın”

Diyen Akif, “Yeis yok” diye şiir başlığından haykıran Akif hayatının son on yılına yaklaşırken artık oldukça yorgun ve kırgındır;

 

Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok!

Sen mi kaldın, yalnız kafileden böyle uzak?

Postu serdirmekse merâmın yola, serdirmezler;

Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak.

(1934)

 

1932’de yazdığı bir dörtlük ise bir ömür boyunca gerek iç dünyasındaki arayışları, gerekse dış dünyadaki tüm çabalarına karşın, son tablo karşısındaki düş kırıklığının derin olduğunu gösterir. Hep duyurmaya çalıştığı “Hakkın sesleri” susmuş, hep umduğu, beklediği, şiirleri boyunca ve yıllarca uzun ve derin yakarışlarla talep ettiği ilahi yardım gelmemiş, tüm canhıraş çağrılarına cevapsızlığın sessizliğinde ortaya çıkan terkedilmişlik duygusu, derin bir kırgınlığa dönüşmüştür.

Rubainin başlığı bir sorudur:

Nerdesin!

La-mekanlarda mısın, nerdesin, ey gaib İlah?

Dönerim enfüsü, afakı ezelden beridir.

Serpilip kubbene donmuş, o ışık damlaları,

Seni, yer yer arayan yaşlarımın izleridir!

 

Annesini arayan ve bulamayan bir çocuğun kırgınlığı, samimiyeti ve hüznü…

Ve anne kaybının kabulüyle derinleşen depresyon…

 

(Yedi İklim Dergisinde yayımlandı)

 

Gıyasettin Ekici