BARIŞ, SAVAŞ, TOPLUMSAL NARSİSİZM*
Şiddeti yok eden şiddet, yalanların en alçakçası değilse
Vehimlerin en şairanesi. Her kavganın ezeli mazereti;
son kavga olmak. Cemil Meriç
Herkes barışı istiyordu. Belki de tarih boyunca hiç kimse savaşmak için savaşmadı. Ama insanlar sık sık savaşmak için “makul”(!) gerekçeler buldular. Tüm “savaş” harcamaları “savunma” bakanlıklarınca yapıldı. Artık postmodern zamanlarda saldırının da savunma amacıyla yapılabildiğini hep birlikte gördük. “Önleyici saldırı” barışa gölge düşmemesi, masum insanların teröre kurban gitmemesi(!) için eylem değil, hatta niyet de değil, niyetinin bozulmuş olma potansiyeline ilişkin şüpheden hareketle “ötekini” bertaraf etti.
Kabilin Habil’i öldürmesiyle başlayan kavga hala devam ediyor. Bu kadim kavganın analizinde 3 neden üzerinde durulur(1).
1-mülkiyet paylaşımı
2-cinsellik (Kabil, Habille nişanlanmış olan kız kardeşiyle kendisi evlenmek ister)
3-kişilik yapısı; ikisi de aynı toplumun üyesi, aynı çevrede doğup büyümüş, aynı anne-babanın çocuklarıdır ama insan davranışının ezeli iki ucunu temsil edecek kadar ayrı kişilik yapısına sahiptirler.
Bu kavganın nedenini tek kelimeye indirgersek karşımıza “çıkar” kelimesi çıkar. Kişinin kendi menfaatlerini maksimize etme isteğinin ana dinamiği bir başka deyişle “motor gücü” ise her insanda belirli ölçülerde varlığını sürdüren ve belli ölçülerde terbiye edilmiş ve yönlendirilmiş narsisizmdir. Aslında tarih boyunca meydana gelmiş kıyımların, savaşların büyük çoğunluğunda (belki hepsinde) taraflardan en az birisinde bulunan dinamik etken maskelenmiş ve çoğunlukla toplumsal-laşmış- narsisizmdir.
Kabil’den söz etmişken şunu da belirtmek gerekir. Habil’in ölümü ve zürriyetsiz kalması sonucu biz yeryüzünü dolduran insanların ortak atası, biyolojik olarak olmasa da tipolojik olarak Kabildir. Bu soyaçekimin izleri bazılarımızda hala ne kadar canlı…
Kavga bazen ilginç paradoksal sonuçlar da doğurur. Bazen Kabiller Habillerin duvara astıkları silahları ile onları avlarlar. Max Weber,1904-5 te yayımladığı “Protestan Etik ve Kapitalizmin ruhu” adlı uzun makalesinde değişik etkileşimler halinde din-etik-çıkar-ekonomi-otorite ilişkilerini ele alırken, Protestanlığın zühdü ve yoksunluğu öne çıkaran anlayışının tüketimi kıstığını, biriken sermayenin daha sonra dini ve etik çerçevelerden sıyrılarak amaç dışı bir sonuç olarak kapitalizmi ortaya çıkardığını öne sürer(2). Kuzu kurt doğurmuştur.
Savaş değil savunma, tehdit değil güvenlik nedeniyle silahlanılır, savaşılır, insanlar öldürülür. Bu kavramlar sihirli sözcükler olarak kitleleri kolay hipnotize eder. Herkes kendi savaşının haklı, başkalarının savaşlarının haksız olduğunu düşünürse savaşlar nasıl sona erer? En nihayet “ulusal güvenlik”in sınırlarını kim belirleyebilir? Askeri güvenlik, siyasi güvenlik ve… Ve nihayet ekonomik güvenlik… Başkasının ekonomik veya askeri çöküşü bizim ekonomik güvenliğimizi garantiye alacaksa bu savaş nedeni olabilmeli midir? O zaman Chomsky’nin “Türkiye gibi paralı asker devletler…” tanımlamasına itiraz edebilir miyiz?.. Kavramlar ne kadar kaypak ve belirsizse manipulasyon-yönlendirme-dezenforme etme mekanizmaları o kadar kolay işler.
Semavi dinler hatta hemen tüm dinler en temel ilkelerinden biri olarak insanları barışa ve kardeşliğe davet ederken insanlar tarih boyunca belki de en büyük katliamları dinler adına yaptılar. “Bir yanağına tokat atıldığında öbür yanağını çevireceksin” diyen bir öğreti adına haçlı seferleri düzenlenmişken,10 emirden biri “öldürmeyeceksin” diyen bir din adına her gün TV ekranlarımızdan yeni öldürülmüş taze çocuk cesetlerini seyrediyoruz. Diğer yandan barış ve kardeşliğe yaptığı teorik vurguya rağmen İslam’ın, Müslüman olmayan coğrafyalarda “kan ve kılıç dini” olarak algılanmasının batılı oryantalist bakışın önyargıları yanında Müslümanların hangi hatalı pratiklerine tekabül ettiği de özgüvenli ve İslam tarihini ve psikososyal geleneğini de içine alan özeleştirel, ciddi ve muktezayı hale mutabık yeni bir anlayışla irdelenmeye muhtaçtır.
Çoğu zaman din adına yapılan savaşların psiko-sosyal analizi yapıldığında karşımıza ilginç ve örtülü bir gerçeklik çıkıyor; toplumsal narsisizm. Dinler ve benzeri üst sistemler asli yönüyle evrensel ve genel olan için bireyin kendisini bastırması ve sınırlamasını ilkesel düzeyde öne çıkarırken pratize olan durum bazen bunun tam tersi süreçlerce belirlenebiliyor. Aslında belli orandaki bir narsisizm tüm insanlarda bulunur. Bu, ölçülü miktardaki korku gibi, kişinin hayatını idame ettirmesi için gereklidir de. İnsanın gelişimi bir yönüyle mutlak narsisizmden nesnel düşünme ve nesne sevgisi geliştirme yetisine doğru bir evrimdir. Bununla birlikte bu yeti belirli sınırları aşmaz. “Normal”, “olgun” bir kişi narsisizmini yok edemese de toplumca onaylanan en az duruma indirebilmiş kişidir (4) . Toplumsal hayata uyum sağlamayı mümkün kılan iki yoldan biri olan bu durum narsisizmin maksimal değil, optimal olması yani kişinin hayatını ve menfaatlerini koruyacak tarzda, toplumsal işbirliğiyle bağdaşabilecek bir kalıntı çekirdeğe indirgenmiş olarak varlığını sürdürmesidir. İkinci yol ise bireysel narsisizmin topluluk narsisizmine dönüştürülmesidir. Bu durumda narsisist tutkunun nesneleri birey yerine boy, ulus, din, ırk vb. olmuştur(4). O zaman da karşımıza milliyetçilik, ırkçılık ve bir nevi din milliyetçiliği gibi yaşantılanan taassup çıkacaktır.
Narsisist bağlılığın en tehlikeli sonucu akılsal yargıların çarpıtılmasıdır. Narsisist bağlılığın nesnesi, nesnel değer yargılarına vurularak değil, benim bir parçam ya da benim olduğu için değerli (iyi, güzel, akıllı, vb.) sayılır. Narsisist değer yargısı önyargılı ve yan tutucudur. Bu ön yargı çoğunlukla şu ya da bu biçimde akla uydurulur. Bu akla uydurma işlemi kişinin (veya topluluğun-ulusun) zekâsına ve gelişmişlik derecesine göre az ya da çok çarpıtılmış olabilir.
Topluluk narsisizmini görebilmek bireysel narsisizmi görebilmekten daha zordur. Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim: “ben (ve benim ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz, bizden zeki, bizden iyi ve bizden dürüst insan yoktur..” Pek çok kimse bu insanın kaba, dengesiz, giderek deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin karşısına çıkıp da “ben” ve “benim ailem” yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal parti vb.) koyarak bu konuşmayı yaptığında ülkesini, milletini vs. seven bir insan olarak övülecek ve değerli bulunacaktır. Diğer uluslar ve dinler bu konuşmaya kızacak ve makul bulmayacaklardır ancak yüceltilen topluluğun içindeki her bireyin kişisel narsisizmi doğrulanacağı için kabul görecek ve milyonlarca kişinin paylaştığı bu yargılar akla-uygunmuş gibi görünecektir. Pek çok insanın nezdinde “akla-uygunluk”yargısını akıl değil toplumun onayı belirler(5).
Bu bağlamda belki de en çok sorgulanması gereken kavram “ulusal çıkar” kavramıdır. İktidar sahipleri hemen her zaman saldırganlığı ve fırsatçılığı “ulusal çıkar”ın gereği gibi göstermişler, insanlar bu ulusal çıkar kavramını çaresiz kabullenmiş ama içini aslında “ulusal hak” kavramının içeriği ile doldurmuşlardır.
“Bu eşitsiz mücadelede barışı, özgürlüğü ve adaleti arayanların “ulusal çıkar”a karşı yükseltecekleri kavram “ulusal hak” olmalı… Biz Türkiye’ye haksızlık yapılırsa bunun karşısında dururuz. Çünkü bu haklı bir duruştur, ezilenden yana olmanın gereğidir ve dolayısıyla “ulusal hak”tır. Barış, özgürlük ve adalet yanlıları bunun ötesini reddeder, bunun ötesi insanın kendi türüne ihanet kapsamına girer… Yöneticiler medyanın bu kadar etkinleştiği bir dönemde, dezenformasyon yoluyla, tecavüzü ‘ulusal hak’ diye göstermeye de kalkışabilirler. Yine de ‘ulusal çıkar’ kavramını açıkça red ve teşhir etmek, ‘ulusal hak’ kavramını savunmak atılması gereken bir adım gibi görünüyor”(6).
Beni heyecanlandıran bir “sağduyu”yu içinde taşıdığı için bir süreli yayından aynen alıntıladığım yukarıdaki paragrafın son cümlesindeki “uyanık olma çağrısını” son yıllarda Türkiye’yi başta Kerkük olmak üzere Ortadoğu coğrafyasından sık sık ‘göz süzdürülen’ menfaatler karşılığında haksız ve belirsiz bir kavganın içine çekme çabaları karşısında medyamızın ağzının suyu ile gündeme taşıdığı tarihsel hak iddiaları ve taleplerini hatırlayarak yeniden değerlendirmek isabetli olacaktır.
Diğer yandan narsisizmi bir patoloji olarak incelerken bunun iki türü arasında ayrım gözetmek önemlidir.
1-Tehlikesiz narsisizmde narsisizmin nesnesi kişinin(veya topluluğun-ulusun) kendi çabaları sonucu ortaya çıkan bir değerdir. Örneğin kişi bir marangoz, bilim adamı ya da çiftçi olarak ürettiği-ortaya koyduklarından narsisistik bir kıvanç duyabilir.
2-Patolojik narsisizmde ise narsisizmin nesnesi kişinin yaptığı ya da ürettiği bir değer değil, sahip olduğu bir değerdir; örneğin, bedeni, dış görünüşü, sağlığı, zenginliği vb.(7)
Birinci gruba girebilecek bir narsisistik doyum nesnesinden mahrum olan yani ürettiği ya da başardıklarıyla kendisini ortaya koyamayan geri kalmış topluluklar çoğunlukla “aşağı ırk” olarak algıladıkları bir ırksal gruba üstünlük taslayarak, kendi imgelerini şişirirler: ‘Varlıklı ve bilgili biri olmasam da önemli biriyim ben; ‘beyazım’ ve/veya ‘Hıristiyan’ım’(5) (Bir Hıristiyan olan E,From yerine biz bu cümleyi kendimize de uyarlayabiliriz).
Bazen bu durum dolaylı olarak tersinden de ifade edilebilir. Hatta çoğunlukla böyle yapılır. Sadece ötekinin kötü olduğu belirtilir, öteki geri kalmıştır, temiz değildir, daha tembeldir, daha haindir…‘Daha’nın öte tarafı alçaldıkça beri tarafı yükselecektir. Bu aşağılama uzaktaki ve sanal bir “öteki” ye karşı değil, çoğunlukla kendi içinde ve yanı başında olana karşı yapılır. Aynı veya komşu topraklarda yaşayan ve birbirlerine başka açılardan da bağlı olan toplulukların, örneğin İspanyollar ile Portekizlilerin, Kuzey ve Güney Almanların, İngiliz ve İskoçların birbirleriyle çatışmaları ve alay etmelerine Freud “küçük farkların narsisizmi” adını vermektedir(9). Bazen ‘öteki’ ni dışlama ve aşağılama daha da ileri giderek patolojik bir düşünce yansıması olarak herkesi kapsar; Düşman bir dünyanın ortasında, “O’nun ondan başka dostu olmadığına” inandırılan insanları savaşa teşne halde tutmak çok daha kolay olacaktır. Bu ulusal paranoya iktidarların elinde gizli bir silah olarak saklanır.
Hâlihazırdaki değerleri hakkında gizli bir özgüven eksikliği duygusunun sürekli geçmişteki(veya toplumlar için tarihsel) başarıları gündeme getirmesi ihtiyacı da bu mekanizmanın bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan “damarımızdaki asil kan”da rengini buradan alır.
Sonuç olarak;
Sosyal ve ekonomik düzlemde küresel bir barış için asgari düzeyde bir diğerkâmlığın olması zaruridir. Kuzeyin zengin 10 ülkesinin, güneye göre tam 75 kat daha zengin olduğu, dünyanın en zengin 10 kişisi arasındaki Microsoft’un üç ortağının kişisel servetinin yeryüzündeki 1 milyar kişinin servetinden daha fazla olduğu, Microsoft’un bir haftalık kazancıyla dünyada açlık sorununun geçici, iki aylık kazancıyla da kalıcı bir şekilde çözülebileceği hesaplanırken her gün onlarca insanın açlıktan öldüğü bir küresel düzen kalıcı bir barışı bu bünyede nasıl barındıracaktır?
Politik düzleme gelince; bu gün Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukuk kurumlarını stratejik çıkarları için birer dekor olarak kullanan ABD’nin benmerkezci –narsisistik globalleşme dayatmalarına karşı özellikle Irak saldırısı sonrasında belirginleşen “küreselleşen muhalefet “olgusu, küresel barışın tesisi için bir “imkân” teşkil edebilir. Hedefi oldukları güçlü bir tehlike karşısında birleşen zayıfların ortak gücü zorbalığı önleyebilir.
Kimilerince modern siyasal felsefenin kurucusu kabul edilen 17.yüzyıl düşünürü Thomas Hobbes’in kendisiyle özdeşleşmiş eseri olan “Leviathan” da insanların, tabiatlarında bulunan sınır tanımaz iştahları ve iktidar hırsları nedeniyle bunun önüne geçebilecek, toplumu ve insanları zapturapt altına alacak güçlü ve sorgulanmaz bir devletin varlığının zorunlu olduğu tezini ileri sürmüştü. Bu tez eksikleri ve kusurları nedeniyle eleştirilse de(örneğin bizzat devletin baskısının da düzensizliği ve illegaliteyi teşvik edici bir unsur olduğu artık biliniyor) bu tezi farklı bir okumayla ele alabiliriz. . Birey-birey ya da birey-devlet, toplum-devlet ilişkisinde eleştiriye açık duran bu tezi uluslararası ilişkilerde adaleti tesis edici etkin ve egemen kurumsal yapıların zarureti şeklinde okuyabiliriz. Zira kitle psikolojisinde “vicdan” daha az işe karışır, narsisizm daha gizli işler ve devletler kendilerini daha çok “la yüs’el” addetme eğilimindedirler. İkinci Dünya savaşındaki şok ve dehşetin gerekli kıldığı Nürnberg uluslararası yargılamaları bunun için bir örnek oluşturabilir. Son Irak örneğinde çok açık ortaya çıktığı gibi güçlü devletlerin dünya kamuoyunu çok da önemsemediği ve kuvvetin “hak” iddia edildiği durumların ortadan kalkması için saygın, adil, yaptırım gücüne sahip uluslar üstü hukuksal kurumların oluşturulması veya var olanların bu ihtiyaçlar nezdinde rehabilite edilmesi gerekir. Zira küreselleşen ilişkiler küresel bir adalet mekanizmasının güvencesini de gerekli kılacaktır.
“Uygarlıklar Çatışması” adlı makalesiyle gerek 11 Eylülden önce gerekse 11 Eylül’den sonra adından sıkça söz ettiren Harvard Üniversitesi Öğretim üyesi Samuel Huntington 11 Eylül’den sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyordu; “Usame bin Ladin, uygarlık kimliğini yeniden kuvvetlendirdi. Batı’ya karşı savaş açarak aslında Batının ortak savunma kimliğinin oluşmasını sağladı”. Bu okuma biçimi tartışılabilir olsa da daha az tartışılabilir olan bir gerçek bu okuma biçiminin kör noktasında bulunuyor: Irak saldırısı sırasında ve öncesinde belki de yeryüzünde ilk defa farklı dinlere, farklı politik görüşlere ve hayat anlayışlarına sahip insanlar dünyanın değişik ülkelerinde, değişik dillerle aynı sloganları haykırdılar, aynı amaç uğruna yürüyüp değişik dillerde yazılmış aynı pankartları taşıdılar. Haksızlık ilk kez bu ölçekte bir tepkiselliği karşısına toplamayı başarabildi(!).
“Ezcümle” yerine Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun dünya medyasında “açık mektup” olarak yayımladığı ve içinde onlarca kez George W.Bush’a teşekkür ettiği yazısından küçük bir alıntı: “Teşekkür ederiz sana büyük önder George W.Bush. Bu yüzyılda pek az kişinin üstesinden geldiği bir şeyi başardığın için teşekkür ederim: bütün kıtalarda yaşayan milyonlarca insanı aynı fikir uğruna savaşmak üzere bir araya getirdin, bu fikir seninkine karşı ama olsun… Teşekkür ederim, çünkü sen olmasan harekete geçme yeteneğimizi keşfedemezdik. Bu kez işe yaramayabilir, âmâ ileride yararı olacağı kuşkusuz…”(8).
*: “Narsisizm” sözcüğü doğru olmakla birlikte örneğin Freud gibi bazı yazarlar söyleyişteki kakofoniyi önlemek için “Narsizm” şeklinde kullanmayı tercih etmişlerdir. Ben Türkçe de sıklıkla kullanılan şeklini tercih ettim.
REHA FIRAT
REFERANSLAR
1- Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, Bir Yayıncılık,1985,105-106
2- Weber, Donald MacRae, AFA Yayınları,1985,80-83
3-Ahmet İnsel, Radikal İki, Askeri harcamalarda gerçek tasarruf, 2.12.2001,S;5
4-Erich Fromm, Sevgi ve şiddetin kaynağı, payel yayınevi,1979,İst, 64
5- Erich Fromm, Sevgi ve şiddetin kaynağı, payel yayınevi,1979,İst, 64.S:81-82
6–Ahmet Çakmak, Reel Politiğe boyun eğmenin kaçınılmazlığı, Radikal iki, 20.4,2003,S;6
7- Erich Fromm, Sevgi ve şiddetin kaynağı, payel yayınevi,1979,İst, 64,S:78-79
8-Paulo Coelho, Teşekkürler büyük önder Bush, Radikal,14,03,2003,S:8
9-Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis Yayınları,1999,İst.S:70
“Bu eşitsiz mücadelede barışı, özgürlüğü ve adaleti arayanların “ulusal çıkar”a karşı yükseltecekleri kavram “ulusal hak” olmalı… Biz Türkiye’ye haksızlık yapılırsa bunun karşısında dururuz. Çünkü bu haklı bir duruştur, ezilenden yana olmanın gereğidir ve dolayısıyla “ulusal hak”tır. Barış, özgürlük ve adalet yanlıları bunun ötesini reddeder, bunun ötesi insanın kendi türüne ihanet kapsamına girer… Yöneticiler medyanın bu kadar etkinleştiği bir dönemde, dezenformasyon yoluyla, tecavüzü ‘ulusal hak’ diye göstermeye de kalkışabilirler. Yine de ‘ulusal çıkar’ kavramını açıkça red ve teşhir etmek, ‘ulusal hak’ kavramını savunmak atılması gereken bir adım gibi görünüyor”(6).
Beni heyecanlandıran bir “sağduyu”yu içinde taşıdığı için bir süreli yayından aynen alıntıladığım yukarıdaki paragrafın son cümlesindeki “uyanık olma çağrısını” son yıllarda Türkiye’yi başta Kerkük olmak üzere Ortadoğu coğrafyasından sık sık ‘göz süzdürülen’ menfaatler karşılığında haksız ve belirsiz bir kavganın içine çekme çabaları karşısında medyamızın ağzının suyu ile gündeme taşıdığı tarihsel hak iddiaları ve taleplerini hatırlayarak yeniden değerlendirmek isabetli olacaktır.
Diğer yandan narsisizmi bir patoloji olarak incelerken bunun iki türü arasında ayrım gözetmek önemlidir.
1-Tehlikesiz narsisizmde narsisizmin nesnesi kişinin(veya topluluğun-ulusun) kendi çabaları sonucu ortaya çıkan bir değerdir. Örneğin kişi bir marangoz, bilim adamı ya da çiftçi olarak ürettiği-ortaya koyduklarından narsisistik bir kıvanç duyabilir.
2-Patolojik narsisizmde ise narsisizmin nesnesi kişinin yaptığı ya da ürettiği bir değer değil, sahip olduğu bir değerdir; örneğin, bedeni, dış görünüşü, sağlığı, zenginliği vb.(7)
Birinci gruba girebilecek bir narsisistik doyum nesnesinden mahrum olan yani ürettiği ya da başardıklarıyla kendisini ortaya koyamayan geri kalmış topluluklar çoğunlukla “aşağı ırk” olarak algıladıkları bir ırksal gruba üstünlük taslayarak, kendi imgelerini şişirirler: ‘Varlıklı ve bilgili biri olmasam da önemli biriyim ben; ‘beyazım’ ve/veya ‘Hıristiyan’ım’(5) (Bir Hıristiyan olan E,From yerine biz bu cümleyi kendimize de uyarlayabiliriz).
Bazen bu durum dolaylı olarak tersinden de ifade edilebilir. Hatta çoğunlukla böyle yapılır. Sadece ötekinin kötü olduğu belirtilir, öteki geri kalmıştır, temiz değildir, daha tembeldir, daha haindir…‘Daha’nın öte tarafı alçaldıkça beri tarafı yükselecektir. Bu aşağılama uzaktaki ve sanal bir “öteki” ye karşı değil, çoğunlukla kendi içinde ve yanı başında olana karşı yapılır. Aynı veya komşu topraklarda yaşayan ve birbirlerine başka açılardan da bağlı olan toplulukların, örneğin İspanyollar ile Portekizlilerin, Kuzey ve Güney Almanların, İngiliz ve İskoçların birbirleriyle çatışmaları ve alay etmelerine Freud “küçük farkların narsisizmi” adını vermektedir(9). Bazen ‘öteki’ ni dışlama ve aşağılama daha da ileri giderek patolojik bir düşünce yansıması olarak herkesi kapsar; Düşman bir dünyanın ortasında, “O’nun ondan başka dostu olmadığına” inandırılan insanları savaşa teşne halde tutmak çok daha kolay olacaktır. Bu ulusal paranoya iktidarların elinde gizli bir silah olarak saklanır.
Hâlihazırdaki değerleri hakkında gizli bir özgüven eksikliği duygusunun sürekli geçmişteki(veya toplumlar için tarihsel) başarıları gündeme getirmesi ihtiyacı da bu mekanizmanın bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan “damarımızdaki asil kan”da rengini buradan alır.
Sonuç olarak;
Sosyal ve ekonomik düzlemde küresel bir barış için asgari düzeyde bir diğerkâmlığın olması zaruridir. Kuzeyin zengin 10 ülkesinin, güneye göre tam 75 kat daha zengin olduğu, dünyanın en zengin 10 kişisi arasındaki Microsoft’un üç ortağının kişisel servetinin yeryüzündeki 1 milyar kişinin servetinden daha fazla olduğu, Microsoft’un bir haftalık kazancıyla dünyada açlık sorununun geçici, iki aylık kazancıyla da kalıcı bir şekilde çözülebileceği hesaplanırken her gün onlarca insanın açlıktan öldüğü bir küresel düzen kalıcı bir barışı bu bünyede nasıl barındıracaktır?
Politik düzleme gelince; bu gün Birleşmiş Milletler gibi uluslararası hukuk kurumlarını stratejik çıkarları için birer dekor olarak kullanan ABD’nin benmerkezci –narsisistik globalleşme dayatmalarına karşı özellikle Irak saldırısı sonrasında belirginleşen “küreselleşen muhalefet “olgusu, küresel barışın tesisi için bir “imkân” teşkil edebilir. Hedefi oldukları güçlü bir tehlike karşısında birleşen zayıfların ortak gücü zorbalığı önleyebilir.
Kimilerince modern siyasal felsefenin kurucusu kabul edilen 17.yüzyıl düşünürü Thomas Hobbes’in kendisiyle özdeşleşmiş eseri olan “Leviathan” da insanların, tabiatlarında bulunan sınır tanımaz iştahları ve iktidar hırsları nedeniyle bunun önüne geçebilecek, toplumu ve insanları zapturapt altına alacak güçlü ve sorgulanmaz bir devletin varlığının zorunlu olduğu tezini ileri sürmüştü. Bu tez eksikleri ve kusurları nedeniyle eleştirilse de(örneğin bizzat devletin baskısının da düzensizliği ve illegaliteyi teşvik edici bir unsur olduğu artık biliniyor) bu tezi farklı bir okumayla ele alabiliriz. . Birey-birey ya da birey-devlet, toplum-devlet ilişkisinde eleştiriye açık duran bu tezi uluslararası ilişkilerde adaleti tesis edici etkin ve egemen kurumsal yapıların zarureti şeklinde okuyabiliriz. Zira kitle psikolojisinde “vicdan” daha az işe karışır, narsisizm daha gizli işler ve devletler kendilerini daha çok “la yüs’el” addetme eğilimindedirler. İkinci Dünya savaşındaki şok ve dehşetin gerekli kıldığı Nürnberg uluslararası yargılamaları bunun için bir örnek oluşturabilir. Son Irak örneğinde çok açık ortaya çıktığı gibi güçlü devletlerin dünya kamuoyunu çok da önemsemediği ve kuvvetin “hak” iddia edildiği durumların ortadan kalkması için saygın, adil, yaptırım gücüne sahip uluslar üstü hukuksal kurumların oluşturulması veya var olanların bu ihtiyaçlar nezdinde rehabilite edilmesi gerekir. Zira küreselleşen ilişkiler küresel bir adalet mekanizmasının güvencesini de gerekli kılacaktır.
“Uygarlıklar Çatışması” adlı makalesiyle gerek 11 Eylülden önce gerekse 11 Eylül’den sonra adından sıkça söz ettiren Harvard Üniversitesi Öğretim üyesi Samuel Huntington 11 Eylül’den sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyordu; “Usame bin Ladin, uygarlık kimliğini yeniden kuvvetlendirdi. Batı’ya karşı savaş açarak aslında Batının ortak savunma kimliğinin oluşmasını sağladı”. Bu okuma biçimi tartışılabilir olsa da daha az tartışılabilir olan bir gerçek bu okuma biçiminin kör noktasında bulunuyor: Irak saldırısı sırasında ve öncesinde belki de yeryüzünde ilk defa farklı dinlere, farklı politik görüşlere ve hayat anlayışlarına sahip insanlar dünyanın değişik ülkelerinde, değişik dillerle aynı sloganları haykırdılar, aynı amaç uğruna yürüyüp değişik dillerde yazılmış aynı pankartları taşıdılar. Haksızlık ilk kez bu ölçekte bir tepkiselliği karşısına toplamayı başarabildi(!).
“Ezcümle” yerine Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun dünya medyasında “açık mektup” olarak yayımladığı ve içinde onlarca kez George W.Bush’a teşekkür ettiği yazısından küçük bir alıntı: “Teşekkür ederiz sana büyük önder George W.Bush. Bu yüzyılda pek az kişinin üstesinden geldiği bir şeyi başardığın için teşekkür ederim: bütün kıtalarda yaşayan milyonlarca insanı aynı fikir uğruna savaşmak üzere bir araya getirdin, bu fikir seninkine karşı ama olsun… Teşekkür ederim, çünkü sen olmasan harekete geçme yeteneğimizi keşfedemezdik. Bu kez işe yaramayabilir, âmâ ileride yararı olacağı kuşkusuz…”(8).
*: “Narsisizm” sözcüğü doğru olmakla birlikte örneğin Freud gibi bazı yazarlar söyleyişteki kakofoniyi önlemek için “Narsizm” şeklinde kullanmayı tercih etmişlerdir.
Okuyucuya not: Yazı Irak savaşı başladığında kaleme alınmıştı. Yazıyı düzenlemek için tekrar okuduğumda geçen süre içinde bir yandan yayılan ve küreselleşen savaşların diğer yandan bölgesel ve küresel aktörlerin kirli iştahlarındaki görünür artışın yazının temel tezlerini ne kadar da haklı çıkardığını esefle gördüm.
Gıyasettin EKİCİ
REFERANSLAR
1- Ali Şeriati, Toplumbilim Üzerine, Bir Yayıncılık,1985,105-106
2- Weber,Donald MacRae,AFA Yayınları,1985,80-83
3-Ahmet İnsel,Radikal İki,Askeri harcamalarda gerçek tasarruf, 2.12.2001,S;5
4-Erich Fromm, Sevgi ve şiddetin kaynağı, payel yayınevi,1979,İst, 64
5- Erich Fromm, Sevgi ve şiddetin kaynağı, payel yayınevi,1979,İst, 64.S:81-82
6–Ahmet Çakmak, Reel Politiğe boyun eğmenin kaçınılmazlığı,Radikal iki, 20.4,2003,S;6
7- Erich Fromm, Sevgi ve şiddetin kaynağı, payel yayınevi,1979,İst, 64,S:78-79
8-Paulo Coelho, Teşekkürler büyük önder Bush,Radikal,14,03,2003,S:8
9-Sigmund Freud,Uygarlığın Huzursuzluğu,Metis Yayınları,1999,İst.S:70