ŞİİR VE DÜŞ: GERÇEKÜSTÜ İKİ FENOMEN
Gerçeküstücülüğün mimarı Andre Breton “şiirin tadı bilinçaltı membalarda gizlidir” derken bilinçaltının karanlık derinliklerinden kopup gelen dalgaların yüzeyde oluşturduğu beyaz köpük yalın güzelliğinin ötesini işaret ediyordu. Ona göre bazen rastlantısal olarak yan yana gelmiş gibi duran iki sözcüğün çarpışmasından fışkıran parıltı, koca bir manzumenin yegane şiir noktasıdır. Sanat yapıtının oluşumunda sanatkârın iradesinden çok rastlantısal gibi görünen (ve aslında bilinçaltı dalgalarının sürüklemesiyle bir araya gelen) birlikteliklerin rolü önemlidir, Dolayısıyla kendimizi bilinçaltının akışına bırakarak köklü ve sahici şeyler oluşturabiliriz… Bu değerlendirme gerçeküstücü bakış açısının aşırı genellemelere açık yansımalarını ifade etmekte ise de en sosyal ve somut şiirlerde bile bilinçaltının yansımalarını yakalayabiliriz kuşkusuz.
“Düşler bilinçaltına giden kral yoludur” diyordu Freud. Bir insanın düşlerini çözümleyerek onun bilinçaltı hakkında fikir sahibi olabiliriz. Şiirlerini çözümleyerek de… Bilinçaltından en fazla malzeme kullanan sanatların başında gelir şiir. Semboller ve imgeler yoluyla oluşturulan soyut ve alegorik dil çok geniş bir ifade olanağı bulur. Ancak şiirde bilincin müdahalesi daha açıktır. Sözelleştirme, şairin etik ve estetik kaygıları tarafından belli ölçüde sansürlenerek dışa vurulur. Belki bir şahzade yolu…(galat-ı meşhuru “şehzade” olsa da…)
Düş şiirseldir. İmgenin sınırsız bir özgürlük içinde uçması, hatta uçuşmasıdır. Laminer mantığın katı, deterministik kalıplarını kıran, belirsiz, akışkan, kuralsız (kurallarını kendi içinde oluşturan ve taşıyan) özgür ve sıradışıdır. Düşlerin mantık dışı olması neyi ifade eder?
Mantık, varoluşun hep olagelen işleyişine tanık olmanın getirdiği bir alışkınlıktır. Sapı kopan elma her zaman yere düşmüştür. Ağaçtan sarkan elmanın sapını kestiğimizde elma olduğu yerde kalmaya devam ederse bu bizi şaşırtır. Formel mantığımız (alışkanlığımız) elmanın yere düşmesi gerektiğinde ısrarlıdır. Oysa daha önce “Gravitasyon çekim yasası” nın hiç bir işleyişine tanık olmamış biri için (böyle birini varsayalım) bu durum hiç de şaşırtıcı olmaz. Güneş ışığında bir tepsi gibi parlayan denizin üstünde batmadan koşan birini gördüğünde de şaşırmaz. Suyun kaldırma kuvveti ve kendi özgül ağırlığı hakkında bir fikre sahip değildir çünkü. Ayrıca kütle çekim yasasının varlığı, var olan bir işleyişi açıklar(daha doğrusu bildirir) ama kütlelerin birbirini çekme nedeni hakkında hiçbir şey söylemez bize.
Çocuğun düşünce dünyası için de bu olağan sınırlar içindedir. Henüz tanık olduklarımızın alışkanlığa, alışkanlığın koşullanmaya dönüşmediği ve bu koşullanmanın “gerçeklik” olarak kabuk bağlamadığı -ya da bu kabuğun henüz katılaşmadığı- bir dünyadır bu.
Bu dünya çocukluğumuzdan sonra düşlerde, masallarda ve şiirlerde çıkar karşımıza. Ahmet Haşim’in şu yazınsal betimlemesi bir rüya anlatımı gibidir, bizi bir düş ülkesine götürür; “Güneşin battığı yerde, bulutlardan saraylar kurulduğunu, erguvandan kuleler yükseldiğini, ateşten caddeler açıldığını, zümrüt veya yakuttan tavuslar veya horozlar dolaştığını görenler, kendi hayatlarından artık tad almaz olurlar ve ufukların arkasında emsalsiz bir cihanın saklandığını zannederek bu âlemin hasretini çekmeye koyulurlar…”
İşte düşlerimizde bu mantıksal zorunluluğun çerçevesi kırılır. Zaman ve uzam kayıtları da… Zaman ve uzam vardır ama çizgisel değildir, noktasal ya da kesitseldir. Aynı zaman-mekân kesitinde hem çocukluğumuzu hem şimdiki halimizi yaşarız ve bu bizi şaşırtmaz. Tepelerden uçtuğumuzu görürüz, üzerinde gezindiğimiz dağın bir hayvanın karnı olduğunu fark ederiz ve bazen buna hiç şaşırmayız.
…Sonra o gider sesini yıkardı
Telefonda saatlerce seviştiğinden…(C.Süreya)
Mantıksal kuralların düşte silikleşmesi, yer yer ortadan kalkmasına benzer bir süreç değer yargılarının işleyişinde de söz konusudur. Dürtü, istek, duygu ve düşüncelerimizin zabıtaları olarak içimizde(zihinsel ve ruhsal süreçlerimizde) devriye gezen değer yargıları (moral, dinsel, toplumsal, geleneksel vs.) oldukça zayıflar, yer yer ve zaman zaman bütünüyle ortadan kalkar. Bu üst değer yargılarının tamamen ortadan kalktığı durumlarda kişinin normal yaşantısında kabul edemeyeceği durumlar gerçekleşir; birini öldürmek veya ensestiöz bir ilişkiye girdiğini görmek gibi… Bu değer yargılarının tümüyle ortadan kalkmadığı durumlarda ise kabul edilmesi güç bu ruhsal yaşantılar bilinçaltındaki birtakım düzenekler yardımıyla modifiye edilerek simgeler, semboller aracılığıyla yumuşatılmış ve kabul edilebilir bir şekilde dışa vurulurlar.
Düşlerdeki sembolik dille şiirdeki sembolik dil çok zaman aynı görüngüleri kullanır. Rüyasında zalim krala başkaldırdığını gören kişi aslında kralda sembolize ettiği otorite figürüne örneğin babasına yönelik tepkilerini açığa vuruyor olabilir. Şiirdeki bir horoz da babayı, kralı, otoriteyi ve erilliği (masküliniteyi) temsil edebilir.
Şiirin “kuşdili” olmasında dışarıdan gelen baskıyı ifade eden sosyopolitik etmenler kadar içerden gelen baskıyı ifade eden bu değer yargılarının oluşturduğu sansür mekanizmasının da rolü büyüktür. Buna şiirin kendi içinde zorunlu olarak taşıdığı sözel yoğunluğun, anlam çakışmalarının ve katmansal bir yapı içinde ortaya çıkan kasti anlam ve söz çelişmelerinin de etkisini katmak gerekir. Valery’nin “Şiirin içindeki fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır” özdeyişinin hareket noktası da budur kanımca.
Karşı karşıya gelip iç içe geçen dalgaların oluşturduğu bütünselliğin karmaşık ilkelerini kendi iç dinamiklerinde saklı tutan bir yapı… Yani her düşün rasgele gibi duran saçma sapanlığı içinde rüyanın (ve şiirin) öğelerini oluşturan her parçayı diğerlerine bağlayan iç irtibatlar mevcuttur. Doyurulmamış dürtüler, karşılanmamış istekler, bastırılmış korkular, ulaşılamamış özlemler zamanın ve uzamın kesitsel ve bütünleşik yapısı içine oturur. Küçük pazılların oluşturduğu bir yapının daha büyük bir pazılın tek taşı olarak bütün içinde yerine oturması gibi…
Anlamlı bir iç bütünsellik bazen tezatlar üstüne kurulur, şiirde kasıtlı yapılan ve anlamı genişleten dil yanlışları çoğunlukla günlük yaşamdaki dil sürçmelerine(lapsus) ve düşlerdeki yerdeğiştirme’lere(displacement) denk düşer. Bu yapıyı deşifre etmek bazen bizi şairin gizil itiraflarına ulaştırır. Bu anlamıyla şiir, resim gibi, diğer sanat türlerinin hiçbirinde olmayan bir ruhçözümsel (Psikoanalitik ) alan olanağı sağlar
Düşün yoğunlaşmış bir imgesel ve simgesel örüntü olması dolayısıyla düşü oluşturan öğeler arasında binişiklik ve çakışıklık durumları çok sık görülür. Bu mekanizma düşün yoğunlaşmasında etkin olan en temel mekanizmalardan biridir. Düşte gördüğümüz kişinin yüzü hem dün kavga ettiğimiz kişiyi hem de babamızı aynı anda temsil edebilir. Bu bir anlam ve temsil genişliği sağlar.( o aralar babamız hakkında çok iyi şeyler düşünmediğimiz gibi…)
Şiirin yoğunlaştırılmasında da aynı düzenekler işlev görür çoğu zaman. ‘Söz’ün farklı anlamlarıyla farklı ilintiler kurulmasıyla, sözler ve sesler arasında kurulan ilişkilerle, her söz parçasının şiirin değişik düzlemleriyle kurduğu ilintiler ve göndermelerle katmansal bir yapı oluşturulabilir… “Ben kışın kefen gelini”… dizesi kışın, kefenin ve gelinin(gelinliğin) ortak imajinatif yanlarını ve karşıtlıklarını kapsayan ve karşıtlıklarla ortaklıkların bir araya gelmesiyle ikinci ve bir üst düzlemde oluşan yeni bir karşıtlığın gerilimini yalın ama güçlü bir şekilde hissettirir. ‘Kış’ sözcüğünün oluşturduğu görece yüksüz imge ya da duygu ‘kefen’in oluşturduğu ürperti ve hüznü, gelinin ve beyaz gelinliğin oluşturduğu sevinç ve dirimi kanatları altına alarak iki değerli (ambivalan) bir duygu oluşturur; düşte görülen yüzün verdiği düşmanlık ve yakınlık ambivalansı gibi. (bu dizenin bir alt dizesi de benzerdir: “Çamların diri ölüm toplumundan da…”)
Bazen düşte temsil ve yük, dolaylı olarak (bir özelliği dolayısıyla ortak imgeler üzerinden) ortaya çıkar. Bir arkadaşımızın nikâh töreninde giydiği kravatını kendi gardırobumuzda görüp ‘hay Allah; kravatını burada unutmuş’ diye düşündüğümüz ve kendimizle hiçbir duygusal bağlantı kurmadığımız bir düş mutlu bir evlilik hayalimizi yansıtıyor olabilir. “Aylardan en Vahdettin bir Kasım
Günlerden Mondros Mütarekesi” (A.İlhan) dizeleri örneğinde görüldüğü gibi bu düzenek de şiirde nadir olmayarak kullanılır. .
Bir diğer önemli ortak nokta: düşler doyum sağlamaya yöneliktir. Gerçek hayatta toplumsal, etik, dinsel, yargılarla baskılanan öfke, saldırganlık ve cinsel dürtüler, günlük yaşantı içinde nesnesine erişemeyen arzu, sevgi, hedefine ulaşamayan öfke, gerçekliğin katı duvarlarını aşamayan hayaller ve istekler düşte yeşerir. “İyi dediklerimiz, kötü dediklerimizin gerçek hayatta yaptıklarını rüyada yapanlardır” sözünün imlediği gerçek budur. Susamış bir insan düşünde su içer. Nedeni ne olursa olsun cinsel perhizdeki bir insanın rüya içeriği de doyum sağlamaya yönelik şekillenir. Metafizik ilgiler ve mistik yaşantılar için de aynı durum söz konusudur. Çünkü fiziksel bir sınırlanma içindeki insanın fizikötesine olan ilgisi bir düşlem içinde evirilerek bu sınırları aşabilecektir.
Şiirler de benzer şekilde bir doyuma ulaşma kanalı işlevini yerine getirirler çoğu zaman. Nef’i nin şiirlerindeki öfke ve hicvin, Ahmet Haşim’in şiirlerindeki “melal”in, Asaf Halet’in şiirlerindeki gerçekliğin kabuğunu kıran gerçeküstücülüğün, Sezai Karakoç’un şiirlerindeki idealist dünya tasarımının, Nazım Hikmet’in şiirlerindeki toplumsal düzen kavgasının onların ve okuyucularının içindeki özlemi(açlığı) kısmen (ve büyük oranda düşlerdeki gibi sanal olarak) doyurduğu açıktır.
“Şairler yaşayamadıklarını yazarlar
Ama o yazılacak olanı yaşarlarsa susarlar” (S.Karakoç) dizelerinde şairin anlattığı belki de budur.
Son söz;
Her şiir sözcüklerde yaşanan bir düştür. Düş ve şiir fantastik ve sembolik bir dilin biri görsel diğeri sözel iki ifadesidir. Aynı gramere sahip, aynı kavramsallaştırma ile işleyen farklı seslere sahip iki dil…
GIYASETTİN EKİCİ