GENETİKTE PSİKOSOSYAL VE ETİK BOYUT
Bilimsel gelişme ve ilerlemeye karşı takınılan tavır iki karşıt kutupta yoğunlaşmaktadır. Bir grup bilimsel-teknolojik ilerlemeleri her şeye çözüm üretecek bir “Kadir-i Mutlak” gibi algılama eğiliminde iken bir diğer grup ta “yeni-bilimsel-teknolojik” olan her gelişmenin bir “sapma” ve “bozulmaya” bizi götüreceğini düşünür ve tedirgindir.
Aslında gerçek bu ikisinin arasında bir yerdedir.
Genetik araştırmalar hayati sırlarla dolu bir alacakaranlıktan bilgi devşirmenin tecessüsünü ve heyecanını kışkırtırken bir yandan da genetik müdahale boyutuna vardığında bir çok insanı tekin olmayan bir alana destursuz girme duygusu içinde kaygılandırmaktadır.
Bu kaygı haksız değildir. İnsanoğlunun hayret ve hayranlık duygularını en çok celbeden süreçlerin başında gelen bu son derece nazik alana girerken azami temkin gereklidir. Hoyrat bir müdahale değil ince bir hesap hatası bile telafisi imkansız olumsuzluklara yol açabilecektir.
Öte yanda genetik mühendisliğinin vaat ettiği küçümsenemez imkanlar mevcuttur. Bu imkanları gözden uzak tutarak sadece mevcut ve/veya muhtemel riskler açısından durumu değerlendirmek adil olmayacaktır. Bu görüşü destekleyenlere göre toplum başlangıçta “tüp bebek” yöntemine de aynı tepkiyi vermişti. Ancak “çocuk sahibi olma hakkı” söz konusu olduğundan zamanla bu tepkiler azalmış ve tümüyle yok olmuştu(1).
Planlandığı zamandan önce ve tamamı 2003 yılında çözülmüş bulunan insan genom projesi insanoğlunun tüm biyolojik ve psikolojik yapısının ve işlevlerinin tam bir haritası ve şifre çözümünü amaçlayan dev bir projedir. İnsanda yaklaşık 50 bin kimyasal reaksiyonu kontrol eden 50 bin enzim vardır. Bu enzimlerin oluşumuna yol açan bilgiyi içeren nükleik asit molekülleri yaklaşık 3.2 milyar nükleotidden meydana gelir. Bu nükleotidlerin doğru sıralamayla yazılması, bir milyar sözcük, ya da her biri Encyclopedia Britanica cildi boyunda 360 cilt bilgi demektir ve insan vücudunun tam olarak bilinmesi bu bilgiyi gerektirir(2).
Genom Projesinin tamamlandığı tarih, hiç kuşkusuz bu gezegen üzerinde yaşayan insanlar tarafından önemli bir dönüm noktası olarak anılacak. Aslında genlerin sırrı henüz çözülmüş değil. Çünkü bu ilk taslak, hücre çekirdekleri içindeki dezoksiribonükleik asid (DNA) molekülünü oluşturan 3.2 milyar kadar nükleotid çiftinin sıralanma biçimlerini içeriyor ama henüz tüm genlerin DNA molekülünün tam olarak nerelerinde bulunduğu bilinmiyor. Yalnız nükleotid dizininin aydınlatılması bile, insanın ayda yürümesi ya da atomu parçalamasının ötesinde bir başarı.
Devrim niteliğindeki bu başarı, dünyanın resmi ya da özel 16 merkezinde çalışan Amerikalı, İngiliz, Alman, Fransız, Çinli ve Japon yüzlerce bilim adamının 10 yıl süren emeklerinin bir ürünü(3).
Günümüzde genetikçiler tedavisi mümkün olmayan bazı kalıtsal hastalıkları (örneğin kistik fibrozis ya da kas distrofisi) taşıyan genleri sağlıklı genlerden ayırmayı başarıyorlar. Hastalık taşıyan bu kusurlu genlerin sağlıklı olanlarla değiştirilmesi bu hastalıkların önlenmesinde veya tedavisinde çözüm olacaktır. Nitekim hemofilinin tedavisinde başarılı sayılabilecek sonuçlar alındı bile. Halen böyle bir hastalık taşıyan hasta, hiçbir riskin bu ümidini yok etmesine razı olmayacaktır. Bunun yanında kanser tedavisinde yeni imkanlar, kök hücreler vasıtasıyla kemik, deri ve diğer bazı doku ve organların elde edilmesi. doğumdan önceki erken safhada ciddi hastalıkların ve sakatlıkların saptanması, genetik yapısı değiştirilmiş bakteriler aracılığıyla diyabetli hastaların ihtiyaç duyduğu insülinin elde edilmesi gibi hayati önemdeki tıbbi imkanlar yanında acil ve zaruri olmayan ve daha çok insanoğlunun yeryüzündeki konforu ile ilintilendirilebilecek uygulamalar da gündeme gelmektedir.
İnsan nüfusunun artması durumunda uzayda yerleşme imkanları düşünülürken genetik yapısı uyumlu hale getirilmiş bir uzay tarımı öngörülmekte, genetik yapısı bir büyüme hormonu üretecek şekilde değiştirilmiş balıkların üç yılda ulaşacakları büyüklüğe sadece 18 ayda ulaştığı görülmekte ve bunun hem artan insan nüfusunun beslenme problemleri açısından hem de tükenmekte olan balık, bitki ve hayvan nesilleri açısından bir imkan olabileceği, düşünülmektedir. Genetik yapısı değiştirilmiş meyve ve sebzelerin soğuğa karşı dayanıklı hale getirilmesi ve uzun süre bozulmadan kalacak şekilde dayanıklılıklarının arttırılması, yiyeceklerin besleyici nitelikleri korunurken daha az kalori içermelerinin sağlanması ( örneğin şişmanlatmayacak tatlıların, dondurmaların vs. üretilmesi), alerji nedeni olabilen yiyeceklerin bu istenmeyen özelliklerinden arındırılması gibi pek çok araştırma projelendirilmektedir(4).
İnsanlık için böylesine önem taşıyan bir buluş olmasına rağmen kimi çevreler bu bilgilerin kötüye kullanılabileceği kaygısını taşıyor. Çünkü DNA’nın yapısındaki genetik bilgi, insanın tüm fiziksel ve ruhsal özelliklerini içerir. Yalnız geçmişimiz ya da bugünümüz değil, geleceğimizin büyük bir bölümü de bu molekülde kayıtlıdır.
Genetik bilginin insan sağlığının kalitesini yükseltme dışında, başka amaçlarla kullanılması ciddi sosyal, etik ve yasal sorunlara yol açacaktır. Sigorta şirketleri, işverenler, okullar, polis ya da silahlı kuvvetlerin çok işine yarayabilecek bu bilgiler, insanlar arasında eşitsizliğe ve ayırımcılığa yol açabilir. Nitekim ABD’de sigorta şirketleri genetik test sonuçlarına göre primleri değiştirmiş, sağlıklı olanların primlerini düşürmüş, bir hastalık geni taşıyanlarınkini ise yükseltmiş ya da onları hiç sigortalamamıştır. Bu nedenle Clinton hükümeti özel bir yasa ile buna engel olmuştur. Hatta federal kurumlara iş başvurularında, ayrıca işten çıkartmalarda genetik test yaptırılamayacağı da yasalarla güvence altına alınmıştır. Şimdilerde bunun özel şirketlere yönelik olarak genişletilmesine çalışılmaktadır. Dünyanın henüz başka hiç bir ülkesinde bu yönlü düzenlemeler bulunmamaktadır.
Aslında tedavisi olmayan bir hastalığı bilmenin o insan için de pek yararlı olmayacağı, belki de esasen kaliteli olan yaşamını, bu kez ruhsal açıdan kalitesiz hale getireceği açıktır(3).
İleri yaşlarında kendisinde bir hastalığın ortaya çıkacağı bilgisi, hangi insanın kolayca kaldırabileceği bir yüktür?(6). Gen dizilişindeki sorunlar, kişinin “ileride” yakalanabileceği hastalıkları gösterdiğinde, en azından hiçbir işveren (ya da çok azı) ona iş vermeye râzı olacak, hiçbir sigortacı onu sigorta yapmak istemeyecektir ya da bu iş için çok para isteyecektir. Belki dostları, sevgilisi, onu terk edebilecektir. Durumunu öğrendiğinde depresyona girebilecek, intihar etmek isteyebilecektir. Genetik danışman olarak bu durumda ne yapmak gerekir? Bu bilgi aile yakınlarına nasıl söylenecek, onları nasıl etkileyecektir? Özel yaşam ile kamusal yaşam arasındaki ayrım; nelerin, hangi bilgilerin gizli, nelerin, hangi bilgilerin açık olacağı sorununa yeni boyutlar kazandırmaktadır, burada(8).
Öte yandan tüm bu pahalı teknolojileri kim kullanacak? Tüm bu olanaklar yalnız zenginlerin elinde mi olacak? Esasen dünya üzerinde var olan sosyal ve ekonomik uçurumlar giderek daha mı aşılamaz hale gelecek? (3).Cinsiyetin rastlantısallığını ortadan kaldırmak ve üremeye hükmetme şansı/fırsatı nereye kadar zorlanacaktır?
Tıbbi hizmetler ve geliştirilmelerinin yanı sıra, birçok özel şirket, insan genomu dizi analizi yarışına katılmıştır. Onların katılımı ile saf bilimsel doğası olan bu araştırmaların daha ticari, para kazanma çabasına dönmesi konusunda ciddi endişeler ortaya çıkmıştır. Potansiyel olarak bu karşılıklı kazançtır, akademik çalışmalar kaynak bulur, endüstri akademik araştırmalardan yararlanır, insanlık bu ilişkilerden kazançlı çıkar. Ancak bu kazanımların bir maliyeti vardır. Akademik çalışmaların ticarileştirilmesi, acaba akademik özgürlüğü geliştirip, klinik araştırmalarda ilerlemeye ve daha iyi bir sağlığa götürebilecek midir?(5).
Ancak burada, etiğin bilimsel gelişmeleri önleyici bir etken olmadığı da vurgulanmalıdır. Onun bilim üretimindeki ana işlevi “teknik olarak yapılması olası olanlar” ile “izin verilebilir olanlar “bir başka deyişle “mümkün” ile “meşru” arasındaki sınırı çizebilmek ve hem araştırma, hem de verilerin yayınlanması sürecinde belirli etik ilkelerin yaşama geçirilebilmesini sağlamaktır(6).
Genetik çalışmalar içinde klonlama üzerinde en çok tartışılan alan oldu. Bunda kopyalanan kuzu Dolly’den sonra insan kopyalanması tartışmalarının gündeme gelmesi etkili oldu. Klonlamanın getirdikleri ve risklerini tartışmak konunun bütününü değerlendirmek konusunda asgari bir görüş imkanı sağlayacaktır.
Klonlama Neler Getirir:
1- Klonlama ile organ nakli problemi ortadan kalkar. İnsanlara kusursuzca uyan, nakilden sonra problem yaratmayan, bedenin reddetmediği organlar elde edilir.
- Tedavi amaçlı klonlama yapılabilir. Bu teknikle organizmanın her yerindeki zarar görmüş hücre ve dokuların tedavisi mümkün olabilir. İngiltere, Parkinson, kanser, osteoporoz, omurilik sakatlanmaları gibi hastalıkların tedavisi için embriyon klonlama tekniğine izin verdi. Klonlanan embriyondaki kök hücreler alınarak Parkinson, kanser vb. hastalıklarda hasar gören hücrelerin yerine kullanılacak. İngiltere’den başka Amerika ve Japonya’da da bu çalışmalar serbest bırakıldı. Wicell Researlch Enstitüsü (Wisconsin Üniversitesi yan kuruluşu) embriyonel kök hücrenin pazarlanmasına başladı. Artık bir bedel karşılığında bir tüp kök hücre elde etmek mümkün.
- Çocuk sahibi olma yeteneğine sahip olmayanlar kendi genlerine sahip bir çocuk sahibi olabilecekler. Yumurtalığı olmayan kadınların veya sperm üretemeyen erkeklerin bugünkü koşullarda kendi genlerini taşıyan bir çocuğa sahip olmaları mümkün değildir. Bu çiftler ya evlatlık alıyorlar veya sorunu olan taraf kendi genlerinden vazgeçerek bir başka yumurta ve spermin kullanılmasıyla çocuk sahibi olabiliyor. Klonlama ile bu sorun ortadan kalkabilecek.
-
Çocuk sahibi olmak isteyen ancak ölümcül hastalığa neden olan genler taşıyan ebeveynler bu yöntemle çocuk sahibi olabilirler. Sonuçta kuşaklar boyu kalıtsal hastalığı bulunan aileler için bir umut kaynağı doğmuş olur. Çünkü araştırmacılara göre klonlama ile kistik fibroz, Huntington gibi kalıtsal hastalıklar aile soyağacından silinebilir.
5. Bugün dünyada bir çok ülke açlık problemiyle karşı karşıyadır. Bu konuyla ilgili kuruluşların çalışmaları sorunu ortadan kaldırmıyor. Ancak klonlama ile genleri değiştirilerek ortama uygun hale getirilen bitki ve hayvanlar çoğaltılarak açlık sorunu ortadan kaldırılabilir. Örneğin, verimli bir hayvan olan Holstein tipi inekler günde 20-40 lt. süt verirken Güney Afrika’da klonlanmaya çalışılan süper inek günde 124.2 lt. süt vermektedir. (Anonymous,1998). Klonlama en yüksek verimi verebilecek hayvanlar elde etmenin en basit ve en iyi yoludur.
Bitkiler için de aynı şey söz konusu: Ortama uygun genetik yapı sağlanan bitkiler de açlık problemi yaşayan ülkeler için bir kurtuluş yoludur. ABD’de soğuğa dirençli donmayan patatesler üretilmeye başlanmıştır. Alaska’da bulunan soğuğa dayanıklı bir bakterinin geni patatese aktarılmış ve -20 °C’de donmayan patatesler elde edilmiştir. Bu yöntemle tarıma elverişli olmayan ülkelerdeki sorun ortadan kaldırılabilir.
6. Soyu tükenen hayvanların sayıları klonlama ile artırılabilir. Soyu tükenen hayvanlar sorunu böylelikle ortadan kalkmış olacak ve türlerinin devamlılığı sağlanabilecektir.
Klonlama neler götürür:
1. Organ nakli problemi ortadan kaldırılmak istenirken, merkezi sinir sistemi çökertilmiş, bilinçsiz klonlar yani organ tarlaları oluşturulabilir. Yani doku ve organ vericisi olarak bir insan alt sınıfı oluşturulabilir.
- Hastalıkların tedavisinde kullanılacak kök hücreler embriyolardan elde edilmektedir ve bir hastanın tedavisi için bir çok embriyoya zarar verilecektir. Her embriyo potansiyel bir insan hayatı olduğundan bir hasta için bir çok embriyo kullanılması bu embriyoların yaşam haklarının daha en baştan ellerinden alınması demek olacaktır. Bu da insanın en temel hakkı olan “yaşama hakkı” na saldırıdır.
3. Klonlama ile çocuk sahibi olma hakkı sağlanmak isteniyor. Ancak klonlama insan psikolojisine zarar verebilir. Hangi çocuk annesinin veya babasının bir kopyası olarak dünyaya gelmek ister.
4. Kalıtsal hastalıkların genlerden silinmesi ve kopyalama işlemleri sırasında ortaya çıkabilecek genetik bozukluklar kontrolden çıkıp felaketlere neden olabilir.5. Hayvan ve bitki üretimi geleneksel yapıdan çıkarılıp, biyoteknoloji şirketlerinin güdümüne girdiğinde bu alanda çalışan PPL gibi şirketler büyük bir tekel oluşturup dünyada ekonomik dengesizliklere yol açabilirler.
6. Klonlama gen havuzunun daralmasına yol açabilir. Böylelikle toplumlardaki genetik çeşitlilik ortadan kalkacak ve bu toplumların ortama uyum sağlamaları, evrimleşmeleri (tekamül) engellenmiş olacaktır.
Öte yandan hukuki sorunlar da ortaya çıkabilecektir;
Örneğin;
– Suç işlenmesi durumunda; suçu kopyanın mı, genetik ikizinin mi işlediği nasıl belirlenecek?
– Klonlanan çocuğun ebeveyni tek mi, çift mi olacak?
– Klon insan yasal olarak kardeş mi, çocuk mu olacak? Ebeveyn çocuğa bakmakla yükümlüdür ancak kardeşe bakmakla yükümlü değildir.
Klonlamanın yol açacağı gerçekten korkulacak senaryoyu ise Wurzburg Üniversitesinden Profesör Dr. Aleksander Teichmann ortaya koyuyor: Ona göre, önemli olan kök hücrelerin klonlanması veya klonlamanın hastalık tedavilerinde kullanılması değil. Asıl sorun genetik özellikleri belirlenip bazı yönlerden ön plana çıkarılmış yumurta ve spermin döllenip yeni bireyler oluşumuna ne derece izin verileceği.
Burada karşımıza “öjeni” (soyarıtımı) kavramı çıkmaktadır. Bilindiği gibi bu kavram “doğuştan iyi oluş” ve “kalıtımsal soyluluk” gibi bir anlam yüküne sahiptir. Antik çağ düşünürlerinden Eflatun’da bile izlerini bulabileceğimiz bir kavram olan öjeni, bugünkü asıl kavranış biçimini Nazi ideologlarından sayılan Francis Galton’a borçludur. Onun, 19. yüzyıl sonlarında olgunlaştırdığı, kötü genlerin ayıklanmasıyla toplumun daha nitelikli bireylerden oluşturulabileceğine ilişkin tezi, 1930’lu yıllarda başkalarına esin kaynağı olacak ve daha da kötüsü yaşama geçirilmeye çalışılacaktı. Bu aşamada sorgulanması gereken, genetik alanın ana felsefesinde, “kötü” olan genleri ayırma yoluyla “iyi” olana ulaşma kaygısının, bir başka deyişle öjeni düşüncesinin potansiyel olarak bulunup bulunmadığıdır(6).
Burada arıtılmış ırklar ve toplulukların daha alt düzey işleri yaptırmak üzere daha alt düzeyde tasarlanmış insan ya da insansı’lara ihtiyaç duyacakları düşünüldüğünde Aldous Huxley’in 1930’larda yazdığı ve yakın zamanlarda bilim gündemini birdenbire fetheden “koyun kopyalama” deneyine değinen haberlerde sıkça gönderme yapılan, Brave New World (Cesur Yeni Dünya) romanını hatırlamamak elde değil. Huxley, olumsuz bir ütopya (distopya) niteliği taşıyan romanında, Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon adlarıyla, kendi içinde genetik özdeşlerden oluşan beş farklı sınıfa bölünmüş bir toplum tablosu çiziyor. Özdeş vatandaşların üretildiği ve çoğaltılmış bebeklerin yetiştirme çiftliklerinde psikolojik koşullandırmaya tabi tutulduğu bu hayali “Bokanovski Süreci”, çağdaş anlamıyla klonlama (veya genetik kopyalama) olmasa da, sürecin yol açtığı etik (ahlaki) ve toplumbilimsel kaygılar, bu gün yaşanan kaygılara denk düşüyor.
Benzer kaygılar, yaşayan en büyük Alman filozof Jürgen Habermas’ın Everest Yayınları’nın tercüme ettirip yakınlarda okuyucuya sunduğu ‘İnsan Doğasının Geleceği’ kitabında da yer alıyor; “Günümüz toplumlarında, siyasal katılımcılıkta, insanlar kendi davranışlarından sorumludurlar. Karar alma mekanizmalarına özgür bir biçimde dahil oluyorlar. Gen müdahaleleri ile bu işin kökü kazınabilir. Demokratik özgürlükçü toplum idealinin ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu, günümüzün Batı toplumunun temel anlayışını zedeleyici bir durum. Bununla mücadele etmeliyiz.” Habermas, genlere müdahale edilerek ortaya çıkarılan ‘tasarlanmış, tasarım ürünü” insanlar oluşturacak yeni teknolojiler sayesinde “faşistlerin hayal bile edemeyeceği uysal nesiller yaratılabilir. Devletine itaat eden süper hizmetçiler ordusu oluşturulabilir, özgürlükçü, eşitlikçi toplum ideali bütünüyle yok olabilir” görüşünde.
Ortak kaygılar değişik din temsilcileri tarafından da dile getirildi. Vatikan Dolly’nin hemen ardından şu açıklamayı yaptı: “İnsanlar bilimsel çalışmalarda hayvanları kullanıyor ama buna hangi noktada dur diyeceğiz. Hıristiyan anlayışında bütün varlıklar varlığını Tanrıya borçludur. İnsan bilgisi Tanrıya oranla çok kısıtlıdır. Bu yüzden insan için yaratma eylemi sakıncalıdır. Hayvanların mekanik olarak kopyalarının çıkarılması kendi olma özgürlüğünün elinden alınması anlamına gelebilir. İncil farklılaşmayı Tanrının yarattığını bildirir. Yaşayan varlıkların kopyalarının çıkarmak evrime ve farklılaşmaya darbedir”(8).
Bir Budist araştırmacı Dolly’nin bir önceki hayatında ne tür bir suç işleyip de şimdiki hayatına kopya olarak gelme cezasına hak kazandığının araştırılması gerektiğini söyledi.
İslâm Konferansı Teşkilatı’na bağlı olarak çalışmalarını sürdüren Mecmau’l-Fıkhı’l-İslamî (İslam Fıkıh Akademisi) 28 Haziran- 3 Temmuz 1997 tarihleri arasında Cidde’de düzenlenen 10. dönem Toplantısı’nda 10d/1/99 sayılı kararında “el-İstinsâhu’l-beşeri” başlığıyla insan kopyalanması konusunda mütalaalarda bulundu: 14-17 Haziran 1997 tarihleri arasında Fas Krallığı’nda Akademi’nin de yardımıyla İslam Tıbbî Bilimler örgütü tarafından düzenlenen 9. Tıbbî Fıkıh Toplantısı’nda ortaya konan araştırma, inceleme ve tavsiyeler gözden geçirildikten; fakihlerin ve tıp doktorlarının konuyla ilgili yaklaşım ve tartışmaları dinlendikten sonra insan kopyalanması konusunda birçok maddeden oluşan bir karar metni açıklandı. Bildiride kategorik olarak karşı çıkılan ve reddedilen hususlar yanında aşağıdaki iki maddede olduğu gibi esnek ve analitik yaklaşımlar da yer aldı;
**Kopyalama ve bilimsel gelişmeleri ile bunun terimlerinin tespiti konusunda ve ilgili şer’î hükümlerin beyanının yapılacağı toplantıların düzenlenmesi hususunda, İslâm Fıkıh Akademisi ve İslam Tıbbî Bilimler Örgütü eşgüdüm halinde çalışılacaktır.
**İslâm ülkelerinde baş vurmak üzere biyoloji alanındaki yaratılış kurallarını tespit etmek amacıyla, uzmanlardan ve din alimlerinden oluşan teknik komisyonlar kurulmalıdır.
**İnsan kopyalanması hariç, genetik mühendislik alanlarında İslâmi ilkeler ışığında araştırmalar yapacak bilimsel kurumlar ve enstitüler kurulmalıdır. Böylece İslâm dünyası, başkalarının aleti ve bu sahada taklitçisi olmayacaktır.
İlginç olarak Hristiyan gelenek mevcut durumu “insanın yaratma eylemine kalkışması” gibi değerlendirme eğilimindeyken Müslümanlar “ibda” (yoktan yaratma) ile “inşa” (mevcut olanlardan derleme, çatma) arasındaki farkı ayrımsamaya çalışıyor gibi görünmektedirler. Bu (ikinci) yaklaşım, daha önce kanser araştırmaları için özel olarak üretilen Harvard faresi’ne 1988 yılında patent alınması örneğinde olduğu gibi gelecekte insanlar üzerinde de bir tür teknolojik ürün-köleler olarak patent hakkı istenmesi gibi bir kabusa izin vermeyecektir. Bir başka deyişle o canlının dünyaya gelmesi sürecinde kullandığı inisiyatif bir insana o canlının yaratıcısı konumunu vermeyecektir.
Öte yandan bazı Müslümanlar –belki de haklı olarak- bu gelişmelerden daha fazla heyecan duyabiliyordu; “Daha enteresan olan bir husus hadislerde Acb-üz Zeneb olarak bildirilen ve insanın öldükten sonra bozulmadan kalabilecek bir parçasından (belki bir tek DNA zincirinden) aynen yaratılması hadisesidir. Her insanın kendi genetik programından aynen kopyalanarak tekrar diriltilmesi mucizesine bir pencere olması bakımından da bu çalışma önemli bir gelişme sayılabilir.” İlginç bir noktaya işaret etmekle birlikte bu noktasal değerlendirme ancak bütünsel ve kapsayıcı bir değerlendirmenin parçası olduğunda anlamını tekmil edecektir.
Sonunda bu tartışmaların alevlenmesiyle bakışlar Birleşmiş Milletler Örgütü üzerine odaklandı. 1997 yılının Kasım ayında BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) düzenlediği konferansta “Birleşmiş Gen Haritası ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” yayınlanmıştı. Bu bildiride, üye ülkelerden genetik hakların koruma altına alınması için gerekli yasal düzenlemeleri yapmaları istendi. İnsan Onuru ve Genetik Harita, Genetik Haklar gibi alt başlıkları bulunan bildirgede 25 madde yer alıyor. Bildirgede bulunan bazı maddeler şöyle:
Madde 2: Genetik yapısı ne olursa olsun herkesin saygı görmeye hakkı vardır.
Madde 4: Doğal halindeki “Human Genome” ticarî kâr elde etmek için kullanılmamalıdır.
Madde 5: Bireye ancak ulusal yasalar çerçevesinde uygulanacak araştırma, tedavi ve teşhis metodunun potansiyel riskleri ve faydaları belirtildikten sonra genetik müdahale yapılabilir.
Madde 6: Hiç kimse genetik yapısı yüzünden ayrımcılığa tabi tutulamaz. Çünkü bu durumda insan hakları, temel özgürlükler ve insan onuruna zarar verici sonuçlar ortaya çıkabilir.
Madde 7: Araştırma amacıyla insanlardan alınan genetik veriler, başka amaçla kullanılamaz ve yasalar uyarınca bu bilgilerin gizli tutulması gerekir.
Madde 8: Genetik müdahale sonucunda vücudunda herhangi bir hasar oluşan kişinin tazminat açma hakkı bulunması gerekiyor.
Madde 10: Özellikle biyoloji, genetik ve tıp dalında yürütülen araştırmalarda, insan hakları, temel özgürlükler ve insan onuruna saygı gösterilmelidir.
Madde 11: Klonlama gibi insan onuruna aykırı üreme metotlarına izin verilmemelidir. Ülke ve uluslararası kuruluşlar gerekli önlemleri almalıdır.
Madde 12: Ülkeler, deklarasyonda yer alan prensiplerin uygulanması için gerekli önlemleri almalıdır.
Genetik çalışmaların ve gelişmelerin yasal, etik ve sosyal alanların kıyılarına vuran beklenmedik dalgaları bilim çevrelerini de harekete geçirerek ELSI (Ethıcal, Legal And Socıal Issues): Etik, Legal ve Sosyal Görüşler projesi oluşturulmuştur. ELSI programı, gizlilik ve genetik bilginin iyi yönde kullanımı, klinik alanda genetik bilginin güvenilir ve etkin entegrasyonu, genetik araştırmaları çevreleyen etik konular ve profesyonel ve halk eğitimi alanlarında bilimsel organlar oluşturarak gelecek 5 yıl için temel hedeflerini açıklamıştır. Açıklanan bu hedefler arasında aşağıdaki iki madde de bulunmaktadır:
** Çeşitli filozofik, teolojik ve etik görüşler ile ilişkili olabilecek yeni genetik bilgileri geliştirmek
** Genetik bilginin, genetik servislerin kullanılmasının, bu amaçla bir politikanın geliştirilmesinin, kullanılması, anlaşılması ve yorumlanmasının ve bunun ırklar ve etnik gruplar üzerindeki ve sosyo-ekonomik durum açısından etkilerini araştırmak…
İnsanlığın ortak vicdanının, kaygılarımızı ve korkularımızı örten bir güven şemsiyesi oluşturabileceğine ilişkin ümitlerimize su serpen bu ve benzeri gelişmeler umarız ki gittikçe çoğalır ve güçlenir. Zira Biyoteknolojik gelişmeler yaşandıkça bunların toplum ve birey üzerindeki etik, kanunu ve sosyal etkileri çok daha çarpıcı olarak gündeme gelecektir.
Klonlama tartışmalarının hararetli ortamında feminizmi erkeği hayatın dışına itmek olarak algıladığı anlaşılan bir süreli yayın organında iştahla haber yapılan ve artık kadınların bir erkeğe ya da onun spermine ihtiyaç duymadan da çocuk sahibi olabileceklerine ilişkin değerlendirmelerden sonra bir başka süreli yayın organının bu durumun psikolojik-psikiyatrik değerlendirmesine ilişkin benimle yapmış olduğu röportajı da konuyla doğrudan bağlantısı nedeniyle aşağıda aynen aktarmak istiyorum:
“PSİKİYATRİST GÖZÜYLE BABASIZ ÇOCUKLAR Veya İNSANDA EŞEYSİZ ÜREME
Hocam, son yıllarda ilgi çeken konulardan biri de klonlama yöntemiyle üreme. Teknik ayrıntılarından ziyade hem birey hem toplum açısından olayın psikolojik ve psikiyatrik boyutunu değerlendirmenizi istedik
Doğanın ve doğanın bir parçası olan insanın gerek biyolojik gerek toplumsal varoluşuna, normal işleyişine, kendiliğindenliğine (spontanite) yönelik her müdahale birçok zaman hesaplanmayan sakıncalarla yüz yüze bırakır bizi.
Teknoloji bu nedenle birçok zaman insanın yalın-doğal varoluşu için “iki ucu keskin bıçak” niteliğindedir. Bir yandan hayatımızı kolaylaştıran ve zenginleştiren olanaklar sunarken bir yandan da tüm varlığımızı ciddi şekilde tehdit eden potansiyel bir tehlike haline gelebilmektedir. Bütün insanlığı bir anda yok edebilecek nükleer tehlikeden insanların her yaz biraz daha kavrulmalarına neden olan ozon tabakasındaki delinmeye birçok örnek sayılabilir.
Bir zamanlar Amerika kıtasında zararlı bir böcek türüne karşı mücadele başlatıldı. Bir süre sonra başarılı sonuçlar alındı ve tam rahat bir nefes alınacağı sırada bu zararlı olduğu düşünülen canlının başka daha zararlı bazı hayvan ve bitki türlerinin aşırı üremesini engelleyici bir görevinin de olduğu, bu böceğin ortadan kalkmasıyla dengenin bozulduğu ve bu zararlı canlıların istilasıyla yüz yüze olunduğu anlaşıldı. Bu kez tersi işlemler gerçekleştirilerek o böcek türü tekrar kendi doğal gelişim ritmine bırakıldı.
Ekosistemlerin kendi içlerinde ve diğer ekosistemlerle çok dinamik bir etkileşimi ve dengesi vardır. Bunları göz önüne almadan teknolojik gelişmelerin insanın ve doğanın normal işleyişine yaptığı kaba müdahaleleri ürkütücü buluyorum. Bu gelişmelerden biri de son dönemdeki popüler konulardan biri olan ve iki ucu keskin bıçak niteliğindeki klonlamadır. Sizin söz ettiğiniz düzenek de ya klonlama ya da sperm bankalarından sperm alarak gerçekleştirilebilen bir işlem.
Aile çocuğun sosyal yaşama ilişkin temel bilgileri aldığı ve bu doğrultuda şekillendiği en küçük ve en temel sosyal birimdir. Bu birim içinde annenin ve babanın rolleri büyük önem taşır.
Aile dinamikleri içinde çocuk daha sonra arkadaşlarıyla, öğretmeniyle, patronuyla kuracağı sağlıklı ilişkilerin prototiplerini kurar ve öğrenir. Anneden daha çok karşılıksız sevmeyi, özveriyi, sevecenliği öğrenirken babadan daha çok ilkeselliği, kurallara uymayı, ödül ve cezayı, otoriteyi öğrenir.
Anne ya da babanın olmadığı ailelerden gelen çocukların insanlar arası ilişkilerde, hayatı öğrenmede ve sosyal ilişkilere uyum göstermede birtakım güçlükler yaşadıkları toplum içinde de iyi bilinen hususlardan biridir. Çocuk özdeşleşerek ve öykünerek büyür. Olumlu örnekleri taklit etmeye çalışır ve bunlardan bir kısmı onda yerleşerek kişiliğinin ve karakterinin bir parçası olur. Çocuğun minik dünyasında en çok taklit edilmeye değer bulunan davranışlar ise anne babaya aittir ve çocuğun en çok taklit ettiği ve özümsediği davranış ve tutumlar anne-babasınınkilerdir.
Çocuk birbirini bütünleyen iki rolden birinin olmadığı durumlarda onun eksikliğini sağlıklı olmayan mekanizmalarla uygun olmayan özdeşimler kurarak aşmaya çalışır. Bu da onun gelişimini olumsuz yönde etkileyecektir. Daha basit bir değerlendirmede sokaktaki bir oyun arkadaşının “senin baban neden yok?” sorusu çocuğu derinden yaralayabilir. Babasının olmamasının suçlusunu ararken öfkesi annesine hatta kendisine yönelebilir ve bazı psikopatolojilere yol açabilir.
Buraya kadar olan bölümde sadece çocuğun psikolojisi açısından olayı irdeledik. Bir de söz konusu annenin psikolojisinden daha doğru deyimle psikopatolojisinden söz etmek gerekir. Kadın ve erkek ruhsal ve bedensel olarak birbirine gereksinen yapıdadırlar. Duygusal Olarak da birbirlerini bütünlerler. Çocuğunun gözlerinin içine baktığında onda sevdiği insanı andıran parçalar bulan anne veya baba çocuğunu aynı zamanda sevdiği insanla arasında kopmaz bir bağ olduğu için de ayrıca sevecek ve mutlu olacaktır.
Diğer yandan hiç hafife alınmaması gereken bir konu da şudur: çocuk yetiştirmek, eğitmek, sağlıklı gelişimini sağlamak çok güç bir görevdir. Bu görevi tek başına üstlenmek durumunda kalan anne (veya baba) yıpranır, yorulur ve bir süre sonra yetersizlik hissedebilir. “Hem annelik hem babalık ettim…” diyen insanların sızlanmalarını duymuşuzdur. Zira çocuğun hem anneden hem babadan alması gereken belli özellikler vardır.
Ayrıca kaba bir hesapla yarısını annesinden, yarısını babasından aldığı genetik kodlarını kopyalayarak bir çocuk sahibi olan annenin, anne-babasının çocuklarının annesi olmak gibi ruhsal durum üzerindeki etkisi zor tahmin edilebilir bir sıradışı duygulanım yaşayacağı açıktır. Önemli bir husus da bu yolla sadece kız çocuk sahibi olunabildiği için erkeklerden arındırılmış bir aile yapısının ortaya çıkacağı, bu durumun hem aile bireylerinin bireysel ilişkilerinde hem de toplum ile olan ilişkilerinde sorunlu alanlar oluşturacağı gerçeğidir.
Evlilik kurumunun geleceğine ilişkin sorunuza gelince; tarih boyunca evlilik düşmanları da evliliği kutsayanlar da hep oldu ancak biyolojik ve psikolojik bir “bütünleme, tamamlama” işlevinin yerine getirildiği bu kurumun, doğal bir gereklilik olarak kalacağından kuşkum yok. Bir bebeği çok konforlu bir ortamda büyütebilirsiniz ama ona annesinin gözlerindeki ışıltıyı veremezseniz(ya da babanın güven verici korumasını) duygusal dünyası eksik kalacaktır.
Son olarak şundan da söz etmek gerekir: böyle konularda karar verirken sadece kendi adınıza karar vermediğinizi, bu kararın sizin kadar doğacak çocuğunuz adına da verilmiş bir karar olduğunu unutmamanız gerekir.
Anne ya da babadan herhangi birinin, çocuğunu diğer ebeveyni olmadan yaşamaya mahkum etmeye hakkı olmadığını düşünüyorum.”
Sonuç olarak insanlık için tehlike biyoteknoloji değil, onu kullanan insanların ve toplumların kötü amaçları ve henüz oluşturulamayan kontrol mekanizmalarıdır(7),
İnsanların imkanları sorumluluklarını belirler. İnsanoğlu, imkanlarının ürkütücü boyutlarda genişlediği bir çağda sorumluluklarının da devasa büyüdüğünü fark ederek teenni ile davranmalıdır.
KAYNAKÇA
1- Genetik Kopyalama, Sevil Duvarcı, Scientific American-Your Bionic Future
2-İsaac Asimov, Uzayın Sınırları, Genome Projesi, İnkılap Kitabevi, İstanbul,94-96
3-Prof. Dr. Sevil Atasoy Istanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü, Cerrahpasa Kampüsü, İstanbul,
4-Michael Tambini, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,21. yüzyıl, İstanbul,2000,32-38
5-Caufield T. The commercialization of human genetics: Profits and problems. Molecular Medicine Today 1998;4:148-150.
6- Kopyalama Olgusu Üzerine Toplumsal Düzeyde Bazı Etik Sorular,
Doç. Dr. Berna Arda, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Deontoloji Anabilim Dalı, Web sitesinden
7-İnsan Genomu Projesi: Etik, Legal ve Sosyal Yönü, M. Derya Erçal, DEU Tıp Fakültesi Dergisi özel sayısı
8-Gen Teknolojisiyle Birlikte Yaşamayı Öğrenmek İçin Düşünme Hazırlıkları, Ahmet İnam, Prof.Ahmet İnam’ın Kişisel Web Sitesi